Küçük yerleşim yerlerinde, severek yaptığın ne kadar işin olursa olsun, kimi zaman tüm o işlerden kaçıp kafayı dinlemek istiyorsun. Aslında kafayı dinlemek dediğin başka bir meşguliyetin, seni ana meşguliyetinden alması, biraz uzaklaştırmasından başka bir şey değil. Böyle zamanlarımda ara ara avcılar kulübüne gider şarap içer ve eski kovboy filmlerini seyrederim. 1700 lerin sonları, 1800 ün başlarında ki Amerika’dır genellikle anlatılan. Bugünün insan hakları ve demokrasi savunucusu(!) Amerika. O gün izlediğim film, demiryolu yapımı, çalışanlar ve doğal olarak iyi adamlar…kötü adamlar…v.s. diye akıp gidiyor.
Charles Branson filmin başrol oyuncusu. Kötü adamlardan biriyle karşılaşınca aralarında bir konuşma geçiyor ve o konuşma geçen ‘insan’ sözcüğüne gelen yanıt çok ilginç: “O eski bir ırk.” Demek yakındığımız insansızlık ta o yıllarda da dolu dizgin varmış. Herkesin huyu başka başkadır. Ben de bu tümceyi duyunca, fazla masrafa gerek kalmadan iki bardak şarapla sarhoş oldum: insan, o eski bir ırk. Demek ki, dünyanın kuruluşundan değil insanın dünya üzerine çıkışından başlayarak kendisini arayan bir canlıya dönüşmesini incelemek, özel ve yeni bir bilim dalının açılmasını gerekli kılıyor bana göre. Dünya yüzünde var olur olmaz kimliğini yok etmeğe, ağır ağır yitirmeye başlıyorsun demek. Sonra da kimilerimiz deli gibi o ‘eski ırkı’ aramaya koyuluyoruz. Bu nasıl bir akıl yitirme ve yitirilen aklı arama macerasıdır acaba?
Filmi orada bırakıp kendimi yollara vurdum. Ne yapmak istediğimi, neye ulaşmayı düşündüğümü bilmiyorum, gidiyorum. O ‘eski ırkı’ aramaya gittiğimi sonradan ayrımsadım. Çok gerilere gitmeliydim. Çünkü film yaklaşık olarak üç yüz yıl öncesinde bu soruyu sorduğuna göre, yolculuğum daha öncelere olmalıydı. Durdurduğum tüm araçlar, istediğimi söyleyince üstüme güldüler. Yarına götürebilirlerdi ama düne asla. Üstelik ben onlardan üç yüz- dört yüz yıl öncesini istiyordum. Bunun olanağı yoktu. Ama bir akıl hastanesine gitmem ve bir doktora görünmem bana yararlı olabilirdi. Bu olumsuzluklar karşısında yılmadım ve yürümeme devam ettim. Yolda rastladığım nice yaşlı insanlara da bu yolculuğumu anlattım. Bıyık altından güldülerse de, kalbimi kıracak bir şey demediler. Allahları var, yalan söyleyemem. Yolumun uzun olduğunu kavrayanlar, azık bile verdiler yolculuğum için. Ben de yılmadan yolculuğuma devam ettim. Sonra kendi kendime düşünmeye başladım: Nereye kadar?
Önceden binlerce insan bu yolculuğa katılmış, kitaplar yazmış, resimler yapmış, besteler ortaya koymuş ama hâlâ o eski ırkı, insanı bulamamış. Ne demek bu düşünce şimdi? Diye kendi kendime sordum. Kaçmak mı istiyorsun? Korktun mu? Aslını öğrenirsen yaşamın zindan mı olur? Soruları hep çoğaltıyordum hem de çıldırıyordum. Yaşamanın anlamı neyri öyleyse? Sonra dinginleştim.
İlginçtir eskileri sürekli anarız, şöyle iyiydi, şöyle güzeldi der dururuz. Nostalji diyorlar galiba. Bu özlemi duyanlar, her geçen günün kötüye gittiğini söylemelerine gerek yok. Ne var ki, aynı insanlar günlerinin iyi olması için toplumsal bir çabaya yanaşmkıyorlar. Ne oluyor? Çaba göstermeyince, kötü günlerin önüne set çekmeyince, anmaların önü kesileceğine artıp duruyor. Ondan sonra dizlerini döv dur…
Benden öncekilerin sürdürdüğü mücadeleyi devam ettirmeliydim. Ta o günden beri insanı arıyorum. Ne kadar da ‘eski ırk’ dense, ne kadar da unutulmuş olsa, aslımıza, insana dönmeliydik ve bu eylemle olurdu. Elimi taşın altına koydum. Sizi bilemem…
|