Tüm yaşamımızı saran üç kağıtçılık, kendine yontma, hep ‘ben ben’ gibi birçok insandışı eylemler doğal olarak sanatı, edebiyatı da saracaktı ve sardı da. Bu sarma eylemi her alanda olduğu gibi insanın utanma, arlanma denen duygularını silip süpürdüğü için, yapılan her eylemin o kişi adına uygun olduğu görüşü neredeyse genetiksel bir kimliğe evrildi. Sanatın hemen hemen her alanında (şiir,öykü, roman, deneme daha çok ilgi alanımızda) çeviri olarak, ya da çok eskilerde kalan üretimlerin orasını burasını değiştirerek, kimi zaman değiştirme gereği bile duymayarak, altına imzasını atarak kendi adına kayıt etme alışkanlığımıza, ister sevinin, ister üzülün merhaba demek zorunda kaldığımızı ilan etmeliyim. Hele bu eylemlerin çevirilerde at koşturma alanı iyicene ayyuka çıktı.
Birgün, arkadaş bildiğimiz biri yanımıza gelerek yeni bir çocuk romanı yazdığını söyledi ve bu romanın kaynağının ilköğretim Türkçe kitaplarından birinde yer alan bir öykü olduğunu ve bu öyküden yola çıkarak romanı yazdığını belirtti. Bende o kitabı yayımlayan yayınevinden ya da hazırlayıcısından hareket ederek yazarına ulaşmasını ve de bana anlattıklarını o insana da anlatarak izin almasını söyledim. ‘Peki’ diyerek gitti. Aradan daha bir hafta geçmeden sözünü ettiği çocuk romanını bir yayınevinden yayımlanmış olarak bana getirdi. Söylediklerimizin hiçbir anlamı kalmamıştı ve arkadaş dediğimiz insan resmen, kendi ağzından da aktardığı gibi bir başka yazarın öyküsünü izinsiz alarak genişletmiş ve romana dönüştürmüştü. Daha sonra da birçok foyası çıktı bu yazarın(!). Bu yeni çalıntıları da ortaya dökülünce, sessiz sedasız bir köşeye çekilerek, kendini unutulmaya bıraktı ve başardı da. Aradan birkaç yıl geçince ortaya çıktı ve hiçbir şey olmamışcasına yoluna devam ediyor.
Başkalarının şiirini çaldığı yetmezmiş gibi, çaldığı şiiri hem kitabına koyuyor hem de o şiirin adını kitabına ad yapıyor. Bu ne pişkinlik demeyin sakın. Yazımızın başlığını ‘kültürlü hırsız’ olarak koyduk ama bu hırsızlığı salt çalma, el koyma gibi düşünmeyin. Bu yapıdaki insanlar şöyle de davranabilir. Bir yarışmada jüri üyesisinizdir ve tanıdık biri, telefonla ya da mektupla size ulaşıp, ‘ben, senin jüri üyesi olduğun yarışmaya katıldım, rumuzum budur, bilgilerine’ diyebilir. Siz bu tür adamları hemen elersiniz ama onlar öylesine pişkindirler ki, yaptığı eylemi anlatarak seni kötülemeye bile çalışırlar. Bu tür insanların kafasının arkasında hiçbir zaman yaptıkların işin iyisini yapmak değil para ve ün bulunur. Kafanın arkasında para ve ün yer alırsa kesinlikle korkmaya başlayın. Çünkü bu insanlar için her yol geçerlidir, utanma, arlanma yoktur dünyalarında.
Raslantı olarak bir araya gelmiş de olabilirsiniz ve birileri fotoğrafınızı çekebilir ya da bilinçli olarak çekebilirler. O tür insanlar çekilen bu fotoğrafı iletişim araçlarında kendi çıkarları için çok rahat kullanabilirler ve hatta o fotoğraf konusunda aklı başında öykü bile uydurabilirler. Öykü öylesine inandırıcıdır ki siz bile tongaya düşebilirsiniz. Dedik ya amaçları yapmak istedikleri sanratı iyi yapmak değil, birilerine hizmet ederek oradan üne ve paraya kavuşmaktır.
Hırsızlarla baş etmeye çalışırken bu kültürlü hırsızların türemesi işimizi biraz daha zorlaştırdı. Çünkü hırsızlığın başında ‘kültür’ var. Bu hırsızlığın başka türlüsünü de anımsatarak yazımızı sonlayalım: klasiklerin çocuklar için kısaltılması. Kim neye göre kısaltır ve o bütünlüğün parçalanması çocuklara ne kazandırır anlamış değilim. Ama bu işi yapanların bu eylemlerinden para kazandığı kesin. Bu hırsızlığın önüne geçmenin bir yolu, belki de esas yolu Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerine düşüyor. Klasiklerin gerçeğini okutmak ve bu soytarılıklara çocukların değer vermemesini sağlamak.
Hırsızlık bir emek düşmanlığıdır, başında ‘kültürlü’ yazsa da.
|