Sevim ağabey aradığında toplantıdan yeni çıkmıştım. Buluştuk ve yönümüzü Çukuryurt Köyü yönüne çevirdik. Çukuryurt’un girişindeki akaryakıt istasyonundan akaryakıtımızı almak ve arabayı yıkatmak için verdiğimiz molayı çay ile süsledik. Yarın referandum olacak, hayırdan yana mı şerden yana mı sorusunu bile artık sormak içimden gelmiyor. Bu işler bir devletin işi değil, çığrından çıkıp, koca koca adamların çocuk oyunlarına döndü. Yapılan masrafları kalem kalem alt alta ylazın ve kaç yoksulun yaşamını değiştirdiğnizi, değiştirebileceğinizi görün.
Akaryakıt istasyonundan geri dönüp Vize Yolu’nun göbeğinden de dönerek ilerideki Yuvalı Köyü sapağına daldık. Yolların eskiye göre oldukça iyi olduğunu söylemeliyim. Ayrıca doğa bu yolculuğu daha bir sevdalı kılıyor. Önümüzde uzayan binlerce renk ve yeşilin çok farklı tonları insanı çıldırtıyor. Yeşilin bu farklı tonlarını gördükçe ve toprağın doğurganlığını anladıkça, gericiliğin, yobazlığın rengi olarak neden yeşil seçilmiş anlayamadım ve de sorgulamaya başladım.
Bu yolları daha önce de çok gidip geldim, unutmamışsa anımsar beni. Yuvalı’yı geçerken pek değişiklik çarpmadı gözüme. Karapürçek’e uzaktan selam veriyoruz. Yollar güzelleşirken, köylere pek ilgi gösterilmemiş gibi. İlerleyip, Demirler Köyü’e doğru yol alıyoruz. Köyden geçerken epeyce şey anımsadım: Kahvenin üstündeki muhtarlığın yan odası kütüphane olacaktı, oldu mu? İki koli kitap hediye etmiştim, akibeti nedir acaba? Muhtar Mehmet Karaman ne hallerdedir? Sevim Abi’nin evleri de bir unutuluş olarak duruyor orada. Gerçekten yok olmak, yok etmek böyle bir şeyler. Mehmet Bayraktar dostumuzun yeri de harabeye dönmüş. Oysa hediye ettiği renk renk mısırlar hâlâ anı olarak durur evimizde. Geçiyoruz Demirler’i hiç durmadan. Tüm anılarımızın bir depremle darmadağın olduğunu düşünüyorum…
Kadıköy’ü geçip, Sofular’ın içinden yedi kilometre ilerideki Ahmetbey’e doğru yol alıyoruz. Sağımız solumuz bir yeşil denizi. Sulak bir arazi ve ayrıca doğanın da suladığı çılgın günlerin olduğunu da unutmayalım. Bir zamanlar dört kişi buralara kadar gelip, köprünün üstünü aşan sel nedeniyle geriye döndüğümüzü anımsıyorum, Sevim ağabeye de anımsatıyorum, dudaklarında buruk bir gülümseme. Bu yeşili ve suyu görünce Osman Şahin’i düşündüm birden. Sevim ağabeye de anlattım. Çeltikçiler üzerine bir çalışması var. Daha yayımlanmadı bildiğim kadarıyla. Tamı tamına üç ay buralarda çeltikçilerle birlikte yaşamış, romanı için malzeme toparlamış. ‘Gömleğimin yakası kirden keçe gibi olurdu’ diye de eklerdi.
Atabey’e girerken sağa Viye’ye sapılıyor, biraz sonrasında da merkezden Pınarhisar, Lüleburgaz yönüne dönülüyor. Sevim ağabeyin bildiği bir lokantaya yanaşıyoruz. Buraya gelip de köfte yememek olmaz. Bahçede bir masaya oturuyoruz. Et ve köfte tartıyla veriliyormuş buralarda, öğrenmiş oluyorum. Sanki yıllar öncesinden Uludağ’da da bu tür kilo işi et ve mangal vardı gibime geliyor. Üniversitede öğrenciydik ve Uludağ’ın florasını, faunasını inceliyorduk. Neyse, hem yemeğimizi yiyoruz hem de, bizim masamıza bakan çalışan arkadaşa, ‘daha öncede gelmek istediğimizi ama sel baskını nedeniyle gelemediğimizi’ aktarmaya çalışırken , ‘evet 2013 yılında’ diyerek kesin yargıya varıyor dostumuz baskın tarihi olarak. Oysa bana göre bu olanaksız çünkü 2009 yılında geldiğim bu yöreden 2012 yılında ayrıldım. O tarihinde diretiyor. Peki diyor, konuyu değiştiriyoruz. Bu notları yazarken, yayımlanmamış kitabım ‘Saray Günlüğü’nü yeniden karıştırdım ve o günün tarihini buldum: 13 Şubat 2010 Cumartesi.
Çok güzel güncel ve tarihi söyleşilerle süren zamanı noktalayıp dönüş yoluna koyulduk. Yine aynı güzellikler ve artan umut. Şiir gibi zamanlar bizi hiç bırakmasın, isterseniz sizi de… |