Zaman buldukça Sevim Hamdi Alp ağabeyle, ilçemizin merkezindeki parkta buluşur, günün olaylarını ya da sanatsal kimi şeyleri, doğaçlama akışı içerisinde paylaşır, çevremizi saran karanlıktan kısmen de olsa kurtulmaya çalışırız. Böyle günlerin birinde konuşma kapımızı, ülkemiz aydınlanmasının önemli adlarından biri olan Doğan Kuban çaldı. Sevim Abi, yanında getirdiği Doğan Kuban’ın yorumsal çevirisi olan Lao Tzu’ya ait ‘Tao Yolu Öğretisi’ adlı kitabı masaya koydu.başladık konuşmaya…
Aslında Doğu’nun mitolojisi her zaman insanlık tarihine ışık tutmuştur. Ne var ki, emperyalizmin Batı’da oluşan kimliği kendine tarih ve dolayısıyla kök ararken, birçok müdahalelerle, ya olayları çarpıtmış ya da Doğu Mitolojisi’nden çalmalar yaparak kendine tarih yaratmaya girişmiştir. Özellikle Mısır’a, Mezopotamya’ya dönük çalışmalar iyi incelenmelidir. Doğu Mitolojisi’nin bence en temel paydası, yaşamın algılanması ve insanın burada olması gereken kimliğidir. Burada dikkat edilmesi gereken günümüzden üç-beş bin yıl gerilere gitmemizdir. Ki üretimin tarihi Göbeklitepe bulgularıyla en fazla 12 bin yıla dayanmaktadır. Bu Doğu öğretilerinin kimliği ister Konfüçyüs gibi insan, hak, bilgi ve töre/törensel yaşam dörtlemesinin öncülüğünde dünyayı değiştirmeyi düşünsün; isterse Tao öğretisinde olduğu gibi doğanın güocü başat gösterilsin. Hiçbiri yaşamın gerçeğinden kopuk değildir, mutlaka bir yerlerden yaşama tutunmuştur. Aristokrat bir öğütler bütünlüğünde olan Taoculuk ile Batılı anlayışa daha yakın olan Konfüçyüs öğretisi sonuç olarak, bilinmezliklere yol almaz, bilinir olan somutu çözmeye çalışırlar. İnsan örgülenmesi ve doğa örgütlenmesi her iki düşüncenin çelişen yanı olarak değerlendirilebilinir.
Tabi konuşmalarımızın doğaçlama olması nedeniyle sorular yanıtlar ve yanıtlardan yeni sorularla süren bir diyalektikle konularımız genişler. Dünyadaki tüm yanlışları düşünüyoruz birden ve karşımıza insan çıkıyor. Allah Allah diyoruz, şikayetçi olan da insan, suçlu olan da insan. Kimlerle uğraşıyoruz, kimler bizimle uğraşıyor. Yanıtın genel tanımı insan ama heme sorular çoğalmaya başlıyor. Neden bir türlü mutlu olamıyor kimi insanlar? Neden yağmur gülümsetmiyor kimilerini? Niçin kimilerinin ruhunu canlandırmıyor açan çiçekler? Ayağımıza sürtünen bir kedi mutlu olurken, neden kimilerimiz cinleniyor? Ve hatta öylesine öteye gidiyor ki yavru kediyi bile tekmeliyor. Acaba hayvanlıktan çıkma sürecimiz tamamlanmadı mı? Yoksa aslında eskidenr beri aynı yerdeyiz de, hayvanlar sınıfındaki adımız, kandırmaca olsun diye mi insan?
Yeniden Tao öğretisine dönelim: “Bilen (çok) konuşmaz. (Çok) konuşan bilmez.” Şeklinde bir saptama var. Oradan hareket ederek bir yığın soru sorulabilir değil mi? Bilenin çok konuşmasından neden zarar gelsin? Konuşa konuşa bilmeyenlere bir şeyler öğretemez mi? Konuşma zamanını artırdıkça, gevezelerin konuşma zamınını azaltmaz mı? Çoık konuşanın bilezliği nereden kaynaklanıyor acaba? Bilen insanın çok konuşması gerektiğini söylersek, bu ikinci saptama boşluğa düşmez mi? Çok konuşan insan bir birini tutmayan bildiklerini dökerek ancak çok konuşabilir mi demeliyiz?
Çaylarımızı ya da ıhlamurlarımızı içerken soruların ardı arkası kesilmiyor. Çok konuşurken bilgilerimizi çoğaltıyor, çoğalan bilgilerle de çok konuşmayı sürdürüyoruz. Şimid böyle düşüne düşüne, sora yanıtlaya, sora yanıtlaya hangi felsefenin temellerini atıyoruz acaba? Yoksa mevcut olan felsefeleri mi harmanlıyoruz?
Gecenin ayak sesleri gelirken kalkıyoruz. Geceninz koynuna mı yürüyoruz yoksa gece bizim konumuza mı koşuyor. Gülüyoruz bu düşünce yağmurları altından ve iyi geceler diliyoruz bir birimize. Birden, karanlığın giremediği bir aydınlıkta, karıncaların üretme coşkusu takılıyor gözlerimize. Doğan Kuban, Lao Tzu ve karıncaların coşkusunu koyup cebimize adımlarımızı hızlandırıyoruz. |