Yaşamak her zaman mücadele, kavga olmuştur. Yaşamanın başka bir seçeneği yoktur, olamaz da. Yaşamı oluşturan tüm olay ve olgular doğal olarak bu kavganın, mücadelenin bir parçasıdırlar ve kendi varlıklarını da bu mücadeleye, kavgaya bağlamışlardır, hem kendi adlarına kavga ederler hem de yaşamak adına. Kavganın zıtlığı da hareketi doğurur. Yaşamak sonsuz bir devinimdir. Kimse bu iş burada biterle ömrünü tamamlayamaz. Hiçbir şey bitmez, sürer. Biter gibi görünen işler başka bir bitmeyenin parçasıdırlar. O an da ayrımında olmasak da, zamanla bitti bildiğimizin bitmemişliğini anlarız.
Bu mücadeleyi, kavgayı edebiyat alanına özel olarak taşımıyorum. Aslında yadsınan, görmezlikten gelinen, getirtilen bir gerçeği yerine oturtmaya çalışıyorum. Yani edebiyat da, siyasetin, mücadelenin, kavganın içindedir. Üstelik, sanatçının kendi iç kavgasının yanında, dışındakiyle de kavga etmesi zorunluluğu, onu, bu yolda daha çok emek veren yapıyor, yapmalıdır. Çünkü sanatını üretirken ‘en iyi nasıl olmalıdır’ düşüncesiyle kendi kendinle yarışırken, ‘başkalarından nasıl ayrılmalıyım, onları geçmeliyim’ diyerek dışarıyla da yarışacaksın. Yarışmak da bir kavga değil midir?
Edebiyata sevdalandığında doğal olarak diğer sevdalılarla bir şekilde buluşacaksın. Tüm sevdalar için geçerlidir bu buluşma. Biz de ortaokul sıralarında tutulduğumuz bu aşkı hiç terketmeden yürürken birçok güzelliklere tanıklık ettik. Ve bu yolculuk bize usta-çırak ilişkisini ve bu ilişkiden hareketle sonsuz kavgayı öğretti. Çünkü ustalarımız, usta olmalarına rağmen kavgadan vazgeçmiyorlardı. Vazgeçtiklerinde nelerle karşılaşacaklarını ve bu karşılaşmanın onları yenilgiye taşıyacağını acılarla öğrenmişlerdi. Ustalığın birinci dersi olarak, ‘güzel bir dünya ve insanca yaşamak için kavga şart’ı öğretiyorlardı. Edebiyatın bilinen isimleriyle geçen yarım yüzyıl bana bu gerçeği, tartışmaya yer vermeyecek şekilde öğretti.
Birebir görüştüğüm ustalarım, üzerimde emeği bulunanlar: Kdz.Ereğli’den Ertuğrul Oğuz, Ruhi Göktekin, Sina Çıladır; İzmir’den Abdullah Neyzar Karahan, Attila İlhan, Muzaffer İzgü, Mehmet Yaşar Bilen; Ankara’dan Remzi İnanç, Cahit Külebi, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nusret Kemal Otyam, Burhan Günel, Ahmet Özer, Ahmed Arif; Karabük’ten İbrahim Yıldız, İlhan Karaman; Antalya’dan Metin Demirtaş, Fikret Otyam; Kocaeli’nden Ruşen Hakkı, Cazim Gürbüz ; İstanbul’dan Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Ömer Nida, Güngör Gençay, Mahmut Alptekin, Zihni T. Anadol, Muzaffer Arabul, Oktay Akbal, İlhan Selçuk, Naim Tirali, Şemsi Belli, Yılmaz Gruda, Öner Yağcı, Mehmet Başaran, Nebi Dadaloğlu… Adları bir anda aklıma gelenler. Ki Pablo Neruda’nın dediği gibi aslına bakarsan tüm dünyanın, şairlerinin alacağı vardır benden. Yüz yüze gelmediğim ama okuduğum binlerce şair yazarı görmemezlikten mi geleceğiz. Sanatçının yaratım süreci her zaman mevcut bir somuttan, somutlardan başlar. Bu nedenle de tüm sanatçılar hem geçmişin emeğine hem de yaşadığın anın emeğine ‘özellikle o üretim anlamında’ borçludurlar. Bu borcun muhasebesini yaparken, ustalarımızın ve bize katkı sunanların mücadeleci kimliği hep ön plandadır. Yani bize söylemeseler de, eylemleriyle, iyiden, güzelden, doğrudan yana kavga et iletisini apaçık ortaya koymaktadırlar.
Aslında kimi şeyleri çok derinlemesine düşünmeden de görebiliriz ama gözlerimizin algılamadığı bir bakma eylemiyle ve beynimizin düşünmediği bir algılama eylemiyle sarıp sarmalanmışız gibi bir görüntü vermekteyiz toplum olarak. Bundan kurtulmak ve sanatçı olarak kendimize ayrı bir kimlik yükleyerek mücadeleden kaçmamak gerek. Soyutlama gücü olanlar hem karanlığı hem aydınlığı başkalarına göre çok önceden görürler. |