Benim için yazı yazmak, her zaman bir sevda hali olmuştur. Nefes alıp vermek, su içmek gibi bir doğallığın parçasına dönüşmesi çok küçük yaşlarıma rastlar. Bunda elbet, babamın okumaya düşkünlüğü ve evde kütüphane oluşturması etkili olmuşsa da, biraz da genetik yapıdan kaynaklandığını düşünmekteyim. Çünkü evinde kütüphane olanların bir çoğunda, ekonomik durumları geliştikçe kitapların azaldığına ve para çoğaldıkça kütüphaneye yer olmadığına karar verdiklerini gördüm. Bu durum aslında tam da Aziz Nesin’lik bir durum. Para sahiplerinin burjuva kimliği kültüre dayanır. Kültürü olmayan bir burjuva para sahibi olmasına rağmen burjuva değil, paralı cahildir. Bu durumun yanlış analizi ne acıdır ki, yaşamlarının hiçbir döneminde solu öğrenememiş, görüntü solcularınca yapılır; bir de burjuvanın ne olduğunu anlayamamış para babalarınca. Sistemle bütünleştikçe dünyanın en büyük bombası olan kitaptan bir an önce kurtulmanın yollarını ararlar. Neyse çürümüşlerle işimiz yok…
Yazı yazarken doğal olarak paydanız insan ve onun yaşadığı koşullardır. Bilgi birikiminize bağlı olarak, insanı ve çevresini analiz etmeye başlarsınız. Bu analiziniz, geniş bir alana yayılabildiği gibi, branşlaşarak da küçük alanlarda daha derinlikli bir yönelişe doğru olabilir. Bireyin toplum içindeki kimliğini incelerken, doğal olarak onun iç dünyasına da yolculuk yapacaksınız. İnsanın iniş çıkışları iyi değerlendirilmediği sürece keşiflerimiz hep noksan olacaktır. Bir bakıma bu analiz işlemi, sonsuza akan bir ırmak gibidir ama her an’ı değerlidir, sevdalıdır. Bu yolculuğun sağlıklı ve başarılı geçmesi direkt sizin sevda halinize bağlıdır. Yaptığınız işten mutluluk duyarsanız ve yaptığınız işin insanlığa, doğaya yarar sağladığına inanırsanız, gerçekten iyi bir yolculuktasınız demektir. Ama aklınızın önü ve arkası paraya, bireysel çıkara dönükse yandınız demektir. Çünkü hiçbir güzellik sizi ilgilendirmez ve o değişmez gözlüğünüzün görüntülerinde akar gider kaybolursunuz.
Kimi zaman da yazı yazmayı su içmek, yemek yemek gibi bir doğal eylem olarak düşünürüm. Sait Faik Abasıyanık’ın ‘yazmasam deli olacaktım’ dediği gibi gerçekten yazmamak bir deli olma halidir. Yazmayı, deneme, günlük, şiir, roman, öykü gibi düşünebiliriz. Kimi zaman da çalakalem not olarak bile algılayabiliriz. Yazanın sıkıntılarının azaltılmasına yönelik olduğu kadar başkalarının sıkıntılarını da azaltabilir yazmalar. Yazanın sıkıntısı, içinde çözümünü bulamadığı düğümlerdir. Bu düğümleri çözmedikçe yazan adam boğulur gider. Bu düğümlerin çözümü aynı zamanda çevredeki kimi düğümlerin de çözümüdür, insanların daha da özgürleşmesidir. Yazı yazmanın bir görev olduğu da anlaşılmaktadır. Yazarlık bir meslektir ve o mesleğin koşulları diğer meslek koşullarının çok çok üstünde ve derinliklidir. Yaşam dağ gibi karşısındadır ve algılanmayı, içselleştirilmeyi beklemektedir. Tüm bu sunulanlar değerlendirildiğinde, yazar olma şansını yakalama olanağınız belirebilir ancak. Yukarıda da değindik yeteneğe ama yeterli değildir tek başına. Yaşamın algılanması ve içselleştirilmesi çok önemli bir koşuldur. Bu koşullar yerine getirilir ve sanatın koşullarında yetenekle birleştirilebilinirse yazarlık kapısı açıldı demektir. Tüm bunları söylerken, insanların yazmasından yana olduğumu hemen belireyim. Ki bu isteğimi bıkmadan, usanmadan yineleyeceğim. Herkes yazmalı. Günlük, anı, şiir, öykü. Hiçbiri adına uygunluk taşımasa da yazmalı tüm insanlar. Belki bu eylem de insanlığın insanlaşmasına katkı sunabilir.
Sonuç olarak yazmaya başlarken, salt inandığımız ve bilimsel doğruluğu kanıtlanmış olay ve olguları baz alarak; her zaman insanlığın mutluluğu, insanca yaşaması yolunda kalemimizi kullanacağımızı belirtelim. Yazmamız hiçbir zaman egomuzun, ‘ben’imizin aracı olmayacaktır. Çünkü biz çıkarını toplumsal çıkarların içerisinde gören bir yolculuğa soyunmuşuz ve bu yolculuğa tüm zorluklarına rağmen devam ediyoruz |