İnsanlık tarihi boyunca iki “değer” ortaya çıkmıştır; bunlardan biri “inanç-din”, diğeri “bilim”dir. Bu iki değer alanını iki “minder”e benzetebiliriz: “İnanç-din minderi” ve “bilim minderi”. Batı’da 1450’lilerde Rönesans’la (Antik Yunan doğa felsefesinin yeniden doğuşu anlamında Yeniden Doğuş) başlayan bilim sürecinde ortaya çıkan “sanayi/endüstri devrimi”ne kadar insanoğlu din minderi üzerinde yaşayagelmiştir; dolayısıyla insanlığın bu döneminde toplumsal hayatı ya da beşeri yaşamı ağırlıklı olarak doğaüstü/ilâhi kurallar biçimlendirmiştir.
İnsanlığın uzun (2-2,5 milyon yıl) süren “toplayıcı-avcı” yaşam biçiminden sonra 12 bin yıl kadar önce bitkilerin kültürleştirilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesiyle yerleşik düzene geçilmiş, zaman içinde kentleşme ve kent devletleri ortaya çıkmıştır. Göreli zayıf kent devletlerinin güçlü olanlar tarafından fethedilmesiyle de krallıklar ve imparatorluklar meydana gelmiştir. Krallar ve imparatorlar kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi ya da gölgesi olarak görmüş, toplumsal yaşam inanç-din kurallarıyla düzenlenmiştir. Sosyolog Emre Kongar, “Demokrasi İçin Manifesto DİREN!” adlı kitabında (Birinci Basım: 2017; s.19) insanlığın bu dönemini “tarım-din” toplumu olarak tanımlar.
Batıda gerçekleşen Rönesans (Yeniden Doğuş) aydınlanmasıyla Bilim Çağı’na geçilmiş, toplumları biçimlendirme (dizayn etme) erki/gücü dinden bilime geçmiştir.
Baştaki iki sorumuzun yani “…neden Bilime Çağrı ve neden Beşeri/Toplumsal Yaşamı Doğada/Evrende Aramak?” sorularının yanıtına gelince: Bilim, doğanın/evrenin işleyiş şeklini ve dolayısıyla doğa yasalarını belli metodolojik çerçevede açığa çıkarma eylemidir. Türker Kılıç, bilim için “…insanlığın belirsizlikle verdiği mücadelenin adıdır…” der (Yeni Bilim: Bağlantısallık Yeni Kültür: Yaşamdaşlık; s.32). Aslında bilinmeyeni bilinir kılmaktır bilim. Bu anlamda doğanın/evrenin işleyişini su yüzüne çıkarmak yani bilinir kılmak, doğa yasalarını açığa çıkarmaktır. Dolayısıyla bilim, petekten bal süzer gibi doğadan bilgi süzmektir; doğadan elde edilen bu bilgiye de “bilimsel bilgi” diyoruz.
Buradan hareketle; doğa/evren, insanoğlunun en büyük bilgi kaynağıdır. Evren, sürekli değişen, bundan dolayı hâlâ yazılmakta ve gelecekte de yazılacak olan, dinamik, ultra büyüklükte devasa bir kitaptır. Yeryüzündeki tüm kitapların (ki, buna kutsal kitaplar da dahildir) içindeki bilgiden daha fazla bilgi içeren bu kitap yani evren, Tanrı inancı olanlar açısından Allah’ın bir eseridir; bu bağlamda, evrendeki tüm bilgi ve işleyiş kuraları, inançlılar açısından aynı zamanda Tanrı’ya/Allah’a ait bilgiler ve işleyiş kurallarıdır. Bundan dolayı, inançlı-inançsız tüm insanlığın ortak noktada birleşebileceği ya da buluşabileceği yegâne alan evrendir yani onun işleyişini açığa çıkaran bilimdir; insanlığın tek ortak paydası, budur.
Buradan hareketle, insanlığı “bilim minderi”nde yaşamaya yani bileme davet etmeyi kendimde bir borç olarak görüyorum. İşte yine bundan dolayıdır ki, beşeri/toplumsal yaşamın nasıl olması gerektiğini doğada/evrende aramak gerekiyor.
Ben bu yazı dizimde, sizlere, sağlıklı bir beşeri yaşamın nasıl olması gerektiği ile ilgili doğaya ya da evrenin işleyişine başvurarak bilimsel bir şablon ortaya koymaya çalışacağım.
Sloganımız şu olacak: “Doğanın/evrenin işleyişi ya da işleyiş yasaları bilinmeden, sağlıklı bir beşeri/toplumsal yaşam kurulamaz, oluşturulamaz.”
DEVAM EDECEK
|