Değerli okurlar, başlıktaki “bilim iltifat gördüğü yere gider” sözü, dünya çapında bir değerimiz olan Prof. Dr. Fuat Sezgin’e ait. Bu sözün anlamı çok açık, eğer bir toplumda bilime değer verilmezse, bilim oraya uğramaz. Bilimin uğramadığı yer ise, karanlıktır.
Bilimin ilk çıktığı yer, “Antik Yunan’dır” diyebiliriz. O zamanlar “bilim” kavramı olmadığı için doğayı doğaya başvurarak/doğayı araştırarak açıklayan düşünürlere de “doğa filozofları” denilmiştir. Ayrıca bilimsel metod, Rönesans döneminde başlamıştır. Prof. Dr. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi adlı kitabında “Yunanlılar, doğruya ve bilgiye, doğrunun ve bilginin kendisi için yönelmiş olan bir bilimin, bir felsefenin ilk yaratıcılarıdır. Böyle bir şeyi de (…) Eski Doğu’nun hiçbir yerinde bulamıyoruz. (s.14)” der ve şöyle devam eder: ”İlk Yunan düşünürleri, birtakım bilgilerini elbette Doğu’dan almışlardır; (…) özellikle geometri bilgilerini Mısırlılardan, astronomi bilgilerini de Babillilerden edinmişlerdir. Ama, Yunanlıların Doğu’dan aldıkları bu bilgileri, bu bilme gereçlerini işleyiş ve değerlendirişlerinde, Yunan düşüncesinin, başka hiçbir yerde bulamadığımız başarısını çok açık olarak görebiliriz. (…) İlkçağda filozof tipini de yalnız Yunanistan’da bulabiliyoruz. (s.13, 14).” Dolayısıyla doğadan bilgi edinen ilk filozoflar, Eski Yunanlılardan çıkmış olmaktadır. Bunların ilk üçü (Thales: MÖ.625-545; Thales’in öğrencisi Anaximandros ve Anaximandros’un öğrencisi Anaximenes) bir Yunan kolonisi olan bizim Ege kıyılarımızdaki “İyonyalı”dır (Miletli). Antik Yunan doğa filozoflarının sonuncusu ise, Aristoteles’tir (MÖ. 384-322, Stageiros/Selanik). Aristoteles, iki bin yıl boyunca felsefenin büyük ustası sayılmıştır (M. Gökberk, 2018; s.73). Bu yüzden, onu keşfeden ve eserlerini Arapça’ya çeviren İslâm filozofları, kendisine “büyük öğretmen” unvanını vermişlerdir.
Antik Yunan filozoflarının eserlerinin çeviri yoluyla İslâm dünyasına kazandırılması ve Batı’da da Hıristiyanlığın egemen olması, bilimin Batı’dan Doğu’ya göç etmesine neden olmuştur. Macit Gökberk, Antikçağ Felsefesi’ni “dinamik”, Batı’da Hıristiyanlığın egemenliğindeki Ortaçağ Felsefesi’ni de “duruk/statik” olarak tanımlar; çünkü Ortaçağ Felsefesi yeni bir şey aramaya yönelik değil, her şeyi açıklayan, artık araştırılacak bir şey bırakmamış olan Hıristiyan öğretisini/dogmasını temellendirmeye yöneliktir (Felsefe Tarihi, 2018; s.130). Hıristiyanlığın hegemonyasındaki Ortaçağ (yaklaşık 450-1450), Batı’nın aynı zamanda yaklaşık bin yıllık karanlık dönemini oluşturur.
Batı’dan alınan bilgileri daha da ileri götüren İslâm filozofları (Harezmi, 780-850; Farabi, 870-950; İbni Sina, 980-1037; İbni Rüşd, 1126-1198 ve niceleri), 8. yüzyıl sonları ile 14. yüzyıl ortaları arasında İslâm dünyasında İslâm’ın Altın Çağı olarak da anılan aydınlanmayı/Rönesans’ı gerçekleştirmişlerdir. İmam Gazali’nin (1058-1111) bu doğa filozoflarını kendi din öğretisine dayanarak din dışı ilan etmesi (1) ve onun din öğretisinin İslâm dünyasına egemen olmasıyla bilim elini-eteğini toplayarak İslâm dünyasını terk etmiş, Batılıların 12. yüzyılın sonlarından itibaren İslâm Felsefesi’nin en önemli eserlerini çevirmesiyle de tekrar Batı’ya göç etmiştir. 1450’lerden itibaren aydınlanma/Rönesans dönemine giren Batı, Katolik kilisesinin egemenliğinde geçen yaklaşık bin yıllık (450-1450) Ortaçağ karanlığına son vermiştir.
TEŞEKKÜR
Bilimin bu özelliğine dayanarak tek arzum, önce Türk halkının, sonra İslâm dünyasının ve nihayetinde tüm insanlığın bilime itibar etmesi ve “bilim toplumu” haline gelmesidir. Bu bağlamda, bilime kapılarını açan Saray Gözlem Gazetesi’nin kurucusu Sayın Tekin Sönmez’e teşekkür eder, şükranlarımı sunarım.
(1) Felsefeci Pelin Dilara Çolak’ın “İbn-i Sina Neden Dinden Çıkmakla Suçlandı?” ve “Tanrının Yaratması Ne Anlama Gelir? Gazali’nin Filozoflarla Savaşı” adlı YouTube’taki videoları.
|