|
||
Menderes in Dramı | ||
Köşe Yazıları Haberi | ||
Saltanat meraklısı değildi. Mesela, özel uçağı yoktu. Binlerle ifade edilen Koruma Ordusu ile gezmezdi. Korumaları, kimseyi dövmezdi. Basın’ın eleştirilerine kızmazdı ve mensuplarına eşit mesafeliydi. Rahmetli Şevket Süreyya Aydemir, tanıdığım en gerçekçi yazardı. Atatürk ve İnönü’nün üçer ciltlik hayat öykülerini, en doğru olarak o yazmıştı. Suyu Arayan Adam adlı eseri ise, örnek model alınacak bir kişilik öyküsüydü. Hele Makedonya’dan Orta Asya’ya adını verdiği Enver Paşa’nın hayat öyküsü, onun ilgi ve ibretle okunacak çok önemli bir kitabıydı. Hele, “Menderesin Dramı” adlı kitabı, içim burkularak okuduğum en ilginç yapıtıydı. Çünkü, anlattığı Adnan Menderes’in dönemini, henüz genç bir insan olarak ben de yaşamıştım. Yazdıklarıyla yaşananlar, birebir örtüşüyordu. MENDERES, DEMOKRAT BİR ADAMDI Atatürk’ün mebus seçtirip Meclise soktuğu Adnan Menderes, demokrat bir adamdı. İzmir Amerikan Koleji’nde okumuş, daha o yıllarda iyi bir batı kültürü almıştı. Varlıklı bir aileden geliyordu. Aydın’da büyük bir çiftliği vardı. Demokrasinin bugünkü olgunluğa erişmediği tek parti döneminde, Cumhuriyet Halk Partisi’nin maruf bir Milletvekiliydi. Partisinin baskıcı tutumuna ve liderine körü körüne biat etmek yerine, Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan adlı üç arkadaşıyla başkaldırıp, Demokrat Parti’yi kurdular. Kişilik yapılarına uygun bir ismi de partilerine verdiler. Menderes, tam 15 yıl sonra ömrünü bir Dar Ağacı’nda sonlandıracak oluşuma da, böylece imzasını atmış oldu. 14 Mayıs 1950 de, CHP’nin karşısına çıkıp,”Yeter Söz Milletin” diyerek ilk seçimini kazandı. 2 Mayıs 1954’de ikincisini, 27 Ekim 1957’de de üçüncü ve son seçimini kazanmıştı. O yıllarda, oy sayımları ve nakilleri mekanik yapılıyordu. Bilgisayar ve İnternet olmadığından, katakullisi de seçimin içine girmemişti. GÖSTERİŞTEN, SON DERECE UZAKTI Menderes, şık giyinirdi, ancak alayişten ve gösterişten son derece uzaktı. Devletin parasını ve malını saçıp savurmazdı. Mesela, özel uçağı filan yoktu. Sadece iki makam arabası vardı. Yurt içi gezilerine bu arabalardan biriyle çıkar, basın mensupları kendi araçlarıyla onu izlerdi. Önünde ve arkasında birer Polis eskortu, bir de özel koruması vardı. Öyle, sayıları binleri aşan Koruma Ordusu’yla dolaşmazdı. Hiç kimseyi, Korumalarına tekmeletmezdi. Çünkü, milletini sever, milleti bölmez ve milletinden korkmazdı Gittiği yerlerde törenle karşılanırdı, ama hiç kimseden törenli karşılama istemezdi. Önünde kesilmek istenen kurbanları bağışlar, kestirmezdi. Devletin parasını, sadece millet için harcardı. Ülkenin kalkınmasına ve kalıcı eserlerin yapımına kullanırdı. Yeşili severdi. Hiçbir ağacı, rant uğruna ortadan kaldırmazdı. “Her mahallede bir zengin olsun.” düşüncesi, ekonomik kalkınma için lokomotif olabilecek iş adamlarını teşvik etmek içindi. O iş adamlarını, milletin a..’na koysunlar diye destekleyen bir yanı yoktu. Eşi Berrin Hanımı, yanında hiç gezdirmedi. Çocuklarını, devletin işlerine katiyen bulaştırmadı. Onların Vakıf kurma bahanesiyle zenginleşmelerini, gemi alıp armatör olmalarını bırakın, “Ben bu görevdeyken, ticaret yapamazsınız.” diyerek, devleti kullanmalarına asla izin vermedi. Onun zamanında da, binalarda balkonlar vardı. Ama o, gösteriş olur diye ailesiyle balkona bile çıkmadı. Saltanat merakı hiç yoktu. Dolmabahçe ya da Beylerbeyi Sarayları o zaman da vardı, ama hiç birini kullanmadı. Kendisine Özel Saray yaptırmayı ise, aklından bile geçirmedi. O DA, ASKERİ PEK KÜÇÜMSEMİŞTİ İlk defa NATO’ya ve böylece batı bloku ile ilişkiye giren Adnan Menderes, Amerika’nın iyi bir müttefikiydi. Ta ki, 1959 yılına kadar. 1954 de kazandığı ikinci seçimden sonra, milletin sevgisi daha çok arttı, ama o, muhalefetle kanlı-bıçaklı olmaya başladı. Çıkar için kendisine yaklaşan kimi Basın yalakalarının gazına gelerek, sertleşmeye başlayınca sonunu hazırladı. Askeri pek küçümsedi ve bir seferinde, ”Ben, bu Ordu’yu yedek subaylarla bile idare edebilirim.” demekten çekinmedi. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’u yanına alıp, Ordu’ya egemen olacağını sandı, ama olamadı. Bilim adamlarıyla da zıtlaşan Menderes, Üniversitelerdeki otorite ve saygınlığını giderek kaybetti. Bunlarla da yetinmeyip, Demokrat Parti’yi, tek parti dönemini çağrıştıran bir konuma sokup, kurduğu Vatan Cephesi ile halkı ikiye bölme noktasına getirdi. İsmet İnönü’ye; “Ce Ha Pe’ nin Genel Müdürü” demedi, ancak yurt içi gezilerinde ona yapılan saldırılara göz yumdu. Birkaç defa da, onu Meclis oturumlarına sokmadı. VE, BÖYLECE SONUNU HAZIRLADI Adnan Menderes, çok dürüst ve önemli bir devlet adamıydı. Manevi inançları çok yüksekti, ama bağnaz değildi. İmam Hatip Liseleri’ni, 1951 yılından itibaren siyasi amaçla değil, salt din adamı yetiştirmek için açtı ve çoğalttı. Ülkemizin penceresini, batı medeniyetine o açtı ve hep açık tuttu. Hiçbir arsızlığı ve yolsuzluğu görülmedi, duyulmadı, yazılmadı. Suçüstü basılmadı. Yargı’ya, hiçbir şekilde müdahale etmedi. Ancak, çok güvendiği Amerika’ya sırtını dönüp, doğu bloku (SSCB) ile oynaşmaya kalkması, tetikte bekleyen Ordu’nun darbe yapmasının birinci sebebi oldu. 27 Mayıs 1960 günü, her şey bitti. Hiç de hak etmediği o darbe ile Marmara Denizi’nin ortasındaki bir adaya hapsedilip, yargılandı. Adnan Menderes’in iktidar olduğu günden, ölümüne kadar geçen süreyi bire bir yaşadığım için, bugün gibi hatırlıyorum. Merhumun, Yassıada yargılamaları sırasında büyük işkence gördüğü, duruşmalara götürülürken bile, götürenler tarafından koltuk altlarından şişlendiği anlatıldı. Zulmeden görevliye; “Yapma evladım, canım çok acıyor.” diye yalvardığını, söz ve küfürle ise çok aşağılandığını, olayı yakından görenlerden ve bilenlerden öğrendim. İşin en kötü tarafı, idamı diğer arkadaşlarından bir gün sonra gerçekleştirilen Adnan Menderes’in iki defa asıldığını da, dönemin İmralı Cezaevi Müdürü’nden öğrendik. Yani, merhumun dirisinden sonra, ölüsünü de astılar. Onun ölümünü tasdik eden Milli Birlik Komitesi’nin üyesi ve Yassıada’ya da bakan İstanbul Bölge Komutanı Binbaşı Orhan Erkanlı ile bir Rusya seyahatinde beraber olduk ve o dönemi sıkça konuştuk. Erkanlı; “İdamlar için, halkın tepkisini bekledik. Eğer, ciddi bir tepki görseydik, hiç kimseyi asmayacaktık.” dedi. “Menderesin, bilmem neresinin kılı olurum” diyebilecek olanlar bile gıkını çıkarmayınca, onu ölüme gönderdiler. Bu hazin olay, “Menderes’in Dramı” olarak, Şevket Süreyya’nın kaleminden en doğru biçimiyle, böylece tarih sayfalarına aktarılmış oldu. Bu yazıyı okuyan değerli okuyucularım şimdi kalkıp da; “Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye kucakladı?” diyebilirler. Unutmayın ki, senede iki bayram var. Birinde olmazsa, diğerinde enişteniz sizi pekala kucaklayabilir. |
||
|
||
Etiketler: |
|
Bu modül kullanıcı tarafından yönetilir, ister kod girilir ister iframe ile içerik çekilir. Toplamda kullanıcı 5 modül ekleme hakkına sahiptir, bu modül dahil tüm sağdaki modüller manuel olarak sıralanabilir.