Şunu nasıl bilirsin? Eee, boş ver be abi, yaramaz adam. Şu adam nasıl? Haa, o mu? Abi ne olduğu belli değil ki. Peki bu, öteki? Yanıtlar hep aynı: Abi, ayağı kokuyor; çorabı yırtık; başı kel; saçı uzun; ukala v.b. Devam edip gider. Şöyle bir yanıt duyarsan, şaşırır kalırsın: Şu şu yanlarına katılmam, ama şu yanı, bu yanı iyidir. Yani mantığımız çok net: Ya iyi ya da kötü ortası yok. Oysa her iki anlamda da böylesine bir mutlaklık olası değil. Yaşanılan ekonomik ve siyasal koşullara bakılınca dünyada, zaten mümkünsüzlüğü çok rahat göreceğiz. İnsanlar gittikçe kirleniyor ve dürüst olmak isteyenler az kirlenme çabasındadır. Peki bunca sevgisizlik bizi nereye götürecek? İşin ilginç yanı sevgisizlik tek tekten çoğunluğa dönüşmektedir. Yanlış olan bu çoğunluğa dönüş ise gittikçe sevgisizlik boyutunu payda yapmaktadır. Yani kıstasımız artık sevgisizlik olma yolundadır. Sevgi yok, az sevgisizlik, çeyrek sevgisizlik, 1/8 lik sevgisizlik gibi… Gelelim başlığımızın ikinci kısmına, cehalete. Güngörmez Köyü’nden Osman Mutlu dostumuzun çok sık kullandığı, ‘bu ülkede hiç asistan yok, herkes profesör’ söylemi hiç de yabana atılacak gibi değil. Herkes her şeyi biliyor; bilmeye mecburmuş sanıyor kendini. Böyle bir şey olabilir mi? Mümkün değil. Öncelikle kapasite sorunu bu. Aynı zamanda kapasitenin ölçümü okumalara, gözlemelere bağlı olsa bile birçok şeyin detaylarına ulaşmak olanaksız. Ne kadar süper zekaya da sahip olsanız. bilemeyeceğiniz şeyler vardır. Kabaca aktarmağa çalıştığımız bu gerçeğe rağmen insanlarımız her şeyi bilmekte ısrarlı. Bu kendine özgüven midir yoksa hikayeden işler mi? O noktayı yine insanlara bırakalım. Sözcük kapasitemiz bile bilgimiz için kaba bir ölçüttür. Anlaşmak ile tümce arasındaki bağı bir türlü çözemiyoruz. Bu da pratik, zahmetsiz ve sıradan bir yaşamın kapısını aralıyor bize. Örneğin: ‘Bir çay verir misiniz?’ yerine, bir parmağımızı kaldırıp çaycıya doğru sorunu çözüyoruz. Bir belediyenin nasıl işlediğini bilmeden, ya da Milli Eğitimin, hemen aksaklıklarını sıralıyor ve bir iki dakikada tüm sorunları hallediveriyoruz. Ağırlık birimiyle uzunluğu; uzunluk birimiyle de ağırlığı ölçebiliyoruz. Sapla samanın karışması önemli değil. Birisinden bir şey öğrenmek ayıp mı acaba? Öğrendiğiniz kişiye bu konuda teşekkür etmek sizi küçültür mü? Tavırların anlaşırlığı yok. Sanki bilgi taş da, öğrendikçe ağırlığından yürüyemiyorsunuz. Bilgiyi kişilik olarak gerekli görmemize rağmen, olur olmadık yerde, olur olmadık şeyleri, ‘ben de varım’ adına konuşmayı seviyoruz. Susmanın da erdem olduğunu ve bilmek istemenin erdemini bir türlü kavrayamıyoruz. Yani hep profesörüz ama cehaletimiz dıgıdık dıgıdık gidiyor haberimiz yok. Sevgisizliği büyüten önemli bir yan da cehalet elbette ki. Neden, niçin sorularını sorma birikimi olmayanlar, kes yapıştır mantığı ya da başkalarının yanlışlığı, doğruluğu belli olmayan laflarını tekrarlama kolaylığı ile hareket etmeyi yeğliyorlar. Ve sevgisizlik büyüyor. Sonuç olarak, sevgisizliğin ve cehaletin büyüyen paydası insanlığı tehdit ediyor. Ayrımına varmadığımız yaşanması zor bir dünyanın temellerine bu harcı taşımaktayız. Bir gün gelecek, bize bu soruları soracaklar mezar da bile olsak. Bence şimdiden yanıtlamakda sonsuz yarar var.
Saray, 16 Ocak 2012.
|