Sadrazam Fuat Paşa da öyle deyip, doğru söylemişti. Yıkılmadık, batmadık. İçeriden bugünkü iktidar, dışarıdan yedi düvel batırmaya çalışsa da, batmadık, batmıyoruz, batmayacağız. Acaba öyle mi?

     Değerli okurlarım; Tarih meraklıları bilirler. Avrupa’da bir konferansa katılan Sadrazam Fuat Paşa’yı, yabancılar sıkıştırırlar. Osmanlının çok zayıfladığını ve kısa sürede batacağını söylerler. Fuat Paşa, istifini bozmaz. “Doğru söylüyorsunuz, ama merak etmeyin. Osmanlı batmaz, yıkılmaz” dedikten sonra; “Çünkü, siz dışarıdan, biz içeriden uğraşıyoruz, ama bir türlü batıramıyoruz.” diyerek, Osmanlı’nın gücünü dünyaya haykırır.

      Fuat Paşa, ne kadar da doğru söylemiş. Söylemiş, ama üstünden yarım asır geçmeden hainler içeriden, amansız düşman dışarıdan saldırıp yıkmak için, başarılı olma noktasına gelmişler.

                           İHANET, SULTAN ABDÜLMECİT’LE BAŞLADI!

     Bugünkü iktidar mensuplarının  “dedemiz” dedikleri Sultan Abdülmecit, daha 16 yaşında iken başını kadından ve içkiden kaldırtıp Padişah yapıldı. Ama o, telkinlere uydu, akıllı Sadrazamlar seçti, Osmanlı batmadı.

     Ancak, Tanzimat Fermanı ile yenilik yapayım derken ve ülke insanının hakları böylece kısıtlanırken ve de adalet bugünkü gibi yerle bir edilirken, azınlıklar idari ve adli büyük haklara kavuştular. Ülke bugünkü gibi, gereksiz ve bol bol harcamalarla büyük borç batağına sürüklendi.

    Peşinden gelen Abdülaziz de onu pek aratmadı, ancak o kim vurdu ya gitti.

      Felaketli günler, Sultan II.Abdülhamit’le başladı ve sürdü gitti. Bu korkak Padişah, ülkeyi tam bir baskı ile yönetirken, korkaklığından bugünkü topraklarımıza yakın Osmanlı toprağını kaybetti. Kendisi ise,  kişisel olarak hem içeride, hem de bugünkü sınırlarımızın dışında çok, ama çok toprak sahibi oldu. Öteki zenginliği çabası. Şükürler olsun ki, bu topraklar daha sonra gelenler tarafından yine devlet hazinesine geçirildi.

     Babası gibi o da adaleti umursamadı, haksızlıklara hep göz yumdu. Azınlıklar mahkemelerde davaları bir bir kazanırken, sürekli kaybeden Zara’lı Mahmut Ağaya, “Hakkını ruz-i mahşerde alırsın ağa, orada Allah’ın adaleti var.” demeye utanmadı.

                                 SULTAN REŞAT, ONU ARATMADI

    Zorla alaşağı edilen Abdülhamit’in yerine kardeşi Mehmet Reşat geçti. Pısırık Reşat, ipleri İttihat –Terakkicilere teslim etmekle kalmayıp, ülkeyi 1’nci büyük harbe soktu ve ülkenin sonunu getirdi.

    İlginçtir ki, kendilerini Yavuz Selim’den sonra Müslümanların lideri sayan bu kişilerin hiç biri, koltuğu kaptırmamak için farz olan Hacca bile gitmediler.

   Ve nihayet, son padişah olan kardeşi Mehmet Vahdettin de, son hançeri ülkemizin bağrına sapladı. Bu dönemde, vatan hainleri Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve 150’lik denilen hainlerle ötekileri, ülkeyi batırmak için çok uğraştılar.

    Ve, Mustafa Kemal diye bir yiğit asker çıkıp da, “Durun bakalım!” demeseydi, bugün yoktuk, yoktuk, yoktuk! Ve onun sayesindedir ki, onlar dışarıdan, biz içeriden bu ülkeyi batıramadık.

    Dahası var. 1926 Haziran’ında Mustafa Kemal’e İzmir’de yapılan suikast girişimi ise, bu ülkeyi yıkmak için, alçaklığın son aşaması oldu.

                                        CUMHURİYET NE GETİRDİ?

     Çok şey getirdi. Bir ümmeti, millet yaptı. Vatan sevgisi getirdi. Bize, çok, ama çok şey öğretti. Her şeyden önce vatan-millet sevgisini öğretti. Halkın, kendi kendisini yönetmesini öğretti. Bu sevgi, 80 yıl içinde halkın gözünde ve gönlünde büyüdükçe büyüdü.

     Ne olduysa, 80 yıl sonra oldu. Kafalar değişti. 80 yıllık Cumhuriyet kazanımları, bir bir terk edilmeye başlandı. Hem de, bu milletin iradesiyle.

   Geldiğimiz son nokta ortada. Yüce dinimiz, tamamen sömürü amaçlı olarak ön plana çıkarılıp, dinin yasakladığı bütün eylemler, suçlar ve günahlar doludizgin işlendi.

   Bu ülkeye, planlı olarak akla gelmeyen kötülükler yapıldı. Ülke topraklarının korunması, Abdülhamit zihniyetine bırakıldı. Ege Denizi’ndeki 18 adamız, durduk yere savaşsız-barışsız Yunan gavuruna teslim edildi.

   Ülkeyi bölmek ve bir kısım topraklarında yeni bir devlet kurmak isteyenlere tavizler verildi. Bütün dünya, bu ülkeye ve bu millete düşman hale getirildi. Millet geçim ve açlık sıkıntısı çekerken, ülküye yabancılar dolduruldu. Halkın rızkı onlara yedirildi. Büyük ve sürekli yolsuzluk eylemleri ayyuka çıktı ve alenen hırsızlığa dönüştü.

     İsrail devleti, nasıl ki başlangıçta Filistinlilerden satın aldıkları toprakların üstünde kurulduysa, Türkiye sınırları içindeki topraklarımız da, yabancılara böyle satıldı, satılıyor.

     Şu “Kanal İstanbul” Projesinde bile yabancı parmağı olduğu, Rusya ve ABD tarafından hararetle desteklendiği, Möntrö Anlmaşması’nın yenilenmesi ve bizim aleyhimize yeniden düzenlenmesi gerektiği, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının bizim denetimimizden çıkarılmak istendiği konusunda, inandırıcı çok önemli iddialar var.

      Lafı uzatmayalım. Söylenecek o kadar çok söz var ki. Bu sözlerin kısacası, Türkiye hem içeriden, hem de dışarıdan batırılmak isteniyor.

     Sadrazam Fuat Paşa, bir buçuk asır önce “Batmıyor!” dese de, bizdeki kimi siyasilerin aksine vatansever Paşalar, “Batıyor, batıyoruz!” diye haykırıyor. Ben, korkuyorum.

    Sahi, bu durumun sonu ne olacak?