Ölmek Değildir Ömrümüzün En Feci İşi...
1958 yılında kaybettiğimiz ünlü Şair Yahya Kemal Beyatlı, ölümüne az bir zaman kala; “Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, Müşkül şudur ki, ölmeden evvel ölür kişi.” diyordu. Ölümü biliyoruz da, ölmeden evvel ölmek, acaba nasıl bir şey?
Ölüm, her canlının hayatının sonu demektir. Daha İlkokula başladığımız yıllarda Hayat Bilgisi ve Tabiat Bilgisi derslerinde, dünyanın canlı ve cansız varlıklardan oluştuğu anlatılır, canlı varlıklar için “Doğarlar, büyürler ve ölürler.” denirdi.
Doğru da, ya “büyüyemeden ölenlere” ne demeli? Daha da önemlisi, Yahya Kemal’in dediği gibi, ya “ölmeden evvel ölenlere” ne demeli?
Yaradan’a olan inancımıza göre, büyüyemeden ölenler için, “onun kaderi” derken, ölmeden evvel ölenler için aynı şeyi söyleyemiyoruz.
Etrafımıza şöyle bir bakalım. Adam, sağlıklı. Yaşı da fazla geçkin değil. Maddi, yani geçim durumuna bakıldığında, herhangi bir sıkıntı içinde de değil.
Yaşam biçimine gelince, adeta “yaşayan ölü” ya da “ölmeden evvel ölmüş” gibi.
AZ TAMAH, ÇOK ZİYAN
Bu gibi insanların, yaşamları süresince az değil, “çok tamah” içinde olduklarını görüyoruz. Bunlar, bir çok nimeti sadece başkalarından değil, kendilerinden bile esirgemek gibi bir yaradılışa sahipler.
Açıkgöz olmayı önemli bir nitelik sanan bu kişiler, ne yer, ne de yedirirler. Ne düzgün yaşamasını bilirler, ne de yaşayanlara saygı gösterirler.
“Bencillik” onların asıl karakteridir. Halkın deyimi ile, ilaç olmaması için yaralı bir parmağa idrarını bile damlatmazlar.
O kadar tamah ederler ki, kendi nefislerinden bile hemen her şeyi esirgerler. Hayatın hiçbir güzelliğinden zevk almazlar.
Aslında, onların bu dünyadaki yaşamları boşunadır. İşte onlar, “ölmeden evvel ölmüş” kişilerdir.
Çevrenize bakın, bu tiplerden mutlaka vardır. Onların bu tamahkar tutumları, onlara çok şey kaybettirir. Önce yakın çevrelerini, sonra da hayatın güzelliklerini ve yaşamın bütün zevkini onlara kaybettirir.
ÖLÜM, CANLILARA ÇOK YAKIN
İnsanı ele aldığımızda, ölüm bize uzak gibi görünür. Çünkü, öleceğini bildiği halde, hiç kimse ölümü kabullenmez. Aksine, ölüm bize çok yakındır. Çünkü o, sadece hastalıkla değil, bir kaza sonucu da kapımızı her an çalabilir.
Ömer Hayyam, arkadaşıyla bir mezarlığın yanından geçerken aniden arkadaşına dönüp, mezarlığı gösteriyor ve şair diliyle bakın ne diyor?
Niceleri geldi neler söylediler, Sonunda dünyayı bırakıp gittiler,
Sen, kendini hep kalıcı sanma, Onlar da senin gibiydiler.
Mezar taşlarına yazılan “Hüvel Baki, yani Allah baki” sözü de, bunu anlatıyor. Kalıcı olan, sadece bizi Yaradan’dır.
MEZARLIKLARIN BAKIMI VE KORUNMASI
Mezarlık konusu açılınca, aklıma geliverdi. Ölümden sonra ebediyen kalınacak olan mezarlıkların, ebediyen kalmadıkları, yine insanlar tarafından tahrip edildikleri ya da ortadan kaldırıldıkları biliniyor.
Dirisine saygılı olmayan toplumlar, ne yazık ki ölülerine de saygı duymuyorlar.
Yakın geçmişte İstanbul’daki bir çok mezarlık, yol yapımı veya Şehir İmar Planları bahane edilerek yıkıldı ve ortadan kaldırıldı. Mesela Boğaz Köprüsü Çevre yolu için Eyüp ve Tokmaktepe Mezarlığının önemli bir bölümü, Karaca ahmet Mezarlığı ve diğerleri.
Bakırköy Merkez Mezarlığı, tepkiler üzerine yıkılmaktan zor kurtuldu. Zincirlikuyu Mezarlığı’nın bile hala yıkılmasını ve başka yere taşınmasını isteyenler var.
Şehir dışına yapılan, ancak şehirlerin büyümesiyle tekrar şehir içinde kalan mezarlıkların kaderi bu.
Oysa, öyle olmamalı. En önemli varlık olan insana, ölümünden sonra da mutlaka saygı duyulmalı ve hatırası yaşatılmalıdır.
İlçemiz Kaymakamlığı geçen hafta, başta mezarlık duvarlarının yapımı ve boyası için, Köylere Hizmet Götürme Birliği’nin bütçesinden, köylere yardımda bulunmuş.
Haberi duyunca, mutlu oldum. Yardımın, geçici beton duvarlar yerine mezarlıklara taş duvar yapımı için kullanılması ve köy mezarlıklarının bir daha yıkılamayacak biçimde taş duvarlarla çevrilmesi, önemli bir iş ve hizmet olacaktır.
Mezarlıklarımızı, gelecekte ortadan kaldırılma tehlikesinden korumak için Kaymakamlığın, Muhtarlıkları bu şekilde yönlendirmesi, büyük takdir toplayacaktır. Bu hayırlı işin sonucunu görmek için bekleyelim.
***
Öldü de, Kurtuldu!
Ölüm, bazı insanlar için bir “Kurtuluş”tur. Onun için de, öyle oldu.
Yaşı, ilerlemişti. Önce kocasını, sonra sağlığını kaybetti. Sosyal güvenceleri yoktu, ama kocası ona kol kanat geriyor, bir parça ekmek bulup, buluşturup karınlarını doyuruyorlardı.
Çocukları mı? Olmaz olur mu? Vardı ve geçimleri düzgündü. Keşke olmasalardı. O zaman, devletten de, konu komşudan da yardım görebilirlerdi. Çocukların varlığı bütün yardımları engellediği gibi, hiçbiri ana-babasına sahip çıkmıyordu. Babası öldükten sonra, geriye kalan analarını iyice terk etmişlerdi.
Kadıncağız, kerpiçten yapılmış, virane bir evde yaşıyordu. İlk depremde, evi başına yıkılacaktı. Onu, Allah koruyordu. Evin, ne mutfağı, ne de banyosu vardı. Yetmiş yıl önceki çeyizinden kalma birkaç parça eşya ile evini döşemişti.
Bunlar, onun için önemli değildi. Önemli olan, onun terk edilmiş olmasıydı. Çünkü, çocukları, onu adeta terk etmişti. Kimi komşularından başka, hiç kimse kapısını açmıyordu.
Yiyecek-içecek bulmakta, zorluk çekiyordu. Çünkü, tek kuruş geliri yoktu. Çocukları, analarına yardım etmediği gibi, başkalarının da yardım etmesini istemiyorlardı.
Bütün bu yokluklara, yalnızlık da eklenince, ölüm onun için artık tek kurtuluş yolu olmuştu.
Herkes, çocuklarının bu ilgisizliğine, analarını acımasızca terk etmelerine bir anlam veremiyor, ama çok üzülüyorlardı.
Bir ağrı kesiciyi bile bulmakta zorlanan kadıncağız, kapısı üstüne kapanan o kasvetli evinde bir gece, acılar ve ağrılar içinde kıvranarak öldü.
Onu tanıyanlar ölümüne üzülürken, yokluktan, bakımsızlıktan, yalnızlıktan ve acılarından kurtulduğuna çok sevindiler.
Çocukları da, “Oh! Biz de, bu yükten artık kurtulduk.” diyerek, herhalde daha fazla sevinmişlerdir.