Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir zamanlar memleketin birinde bir padişah varmış. Bütün padişahlar gibi memleketin birindeki bu padişahın da, kendi zamanına göre, çalgıcı ve çengilerden çifter çifter, beşer onar odalıkları, cariyeleri, uşakları, dalkavukları ve daha falan filanları varmış.
Memleketin birindeki bu padişah, her zaman ve her yerdeki padişahlar gibi, açılış törenlerinde bulunmak, geçit resimlerinde selam vermek, başkalarının yazdığı nutukları okumak, seyahat etmek gibi çok önemli memleket işlerinden vakit bulabildiği zamanlarda ava çıkarmış.
Av meraklısı padişah, yelden nem kapar cinsten olduğundan, özel ormanında özel olarak yetiştirilmiş, özel hayvanları vurmak için ava çıkmadan önce, müneccimbaşıyı çağırır,
- Bugün hava nasıl olacak?.. diye sorarmış. Müneccimbaşı da her zaman bu soruyu şöyle cevaplandırırmış:
- Haşmetmeab efendimiz, sayenizde memleketimizin havası her zaman günlük güneşliktir. Nasıl irade ve farman buyurulursa, elbette hava da öyle olur efendimiz.
Padişah, her padişah gibi işkilli olduğundan , müneccimbaşısına güvenemez, bir de sadrazama sorarmış:
- Bugün hava nasıl olacak?
Kulağının kılı bile ağarmış koca sadrazam, göbeğine varan ak sakalı, padişahın ayaklarına değene kadar eğilir,
- Saye-i şahanede gerek memleket içinde, gerek memleket dışında , gerek siyasi hava ve gerek bütün havalar maşallah çok iyidirler... dermiş.
Kuşkulu padişah birer kere de öbür vezirlerine havayı sorar, onlar da,
- Ufuk pembe, hava berrak... Allah sizi başımızdan eksik etmesin siz daim ve kaim oldukça başka türlüsünün olmasına imkan mı var efendimiz?... derlermiş.
Padişah da artık bütün bu bilim ve devlet adamlarının sözlerine inanır, kendi irade ve kudretine güvenir, av takımlarını has bendelerinin sırtına yükler, önce polisi, jandarması, arkada muhafızı, yanlarda koruyucuları, fedaileri, öncüleri, artçıları, siviller, resmiler, kedisi de bütün bunların ortasında, ala ala heyle güle eğlene, özel ormanında, özel olarak yetiştirilmiş, özel hayvanlarını avlamaya gidermiş.
Gel zaman, git zaman, yine günlerden bigün padişah, müneccimbaşısına,sadrazamına, vezirlerine, şeyhülislam ve reisülküttab hazretlerine, kızlarağasına, başmabeyinciye, hepsine teker teker ve rütbelerinin sırasına göre o günkü havanın durumunu sorduktan ve hepsinden de, "- Efendimizin sayesinde bugün hava dünden güzel olacak!" cevabını aldıktan sonra yola çıkmış.
Her ne kadar padişahın geçeceği yollarda bir ay önceden arama tarama yapılmış, halktan her kim varsa kovalanmış, kışkışlanmışsa da, her nasılsa bir ağacın dibinde bir köylü eşeğiyle beraber kalmış.
Padişah, hayatında hiç köylü görmediği için, yolu üstünde bu yırtık pırtık çullar içindeki yalınayak yaratığı hiçbir canlıya benzetememiş:
- Sen kimsin? İn misin, cin misin?.. diye sormuş. Köylü de,
- Ne inim, ne cinim. Ben de senin gibi beni ademim... deyince padişah,
- Bu ne küstahlık? diye kükremiş. Benim cinsimden böyle kimseler olamaz. Tiz urun kellesini!
Cellatbaşı, palasını köylünün padişah fermanına karşı kıldan ince boynuna indirirken padişah,
- Duuur! diye bağırmış. Ey konuşması az çok insana benzeyen acayip yaratık? Sana bişey soracağım. Eğer bilirsen canını bağışlarım. Bugün hava nasıl olacak?
Köylü de,
- Az vakit sonra rüzgarlar esecek, fırtına kopacak, yağmur başlayacak, her yeri seller götürecek!... demiş. Bu sözlere büsbütün içerleyen padişah,
- Bre hain! diye bağırmış, sen bilmez misin ki ben irade eyledikte mümkün değil bu hava bozmaz? Padişah avdayken nasıl yağmur yağarmış? Çabuk bağlayın şunu katır kuyruğuna!
Köylünün eşeğini bir katırın kuyruğuna, köylüyü de eşeğin kuyruğuna bağlamışlar, yollarına yürümüşler. Bir kurşun atımı gitmişler, hava birden kapanmış, bulutlar kararmış, şimşekler çakmaya, yıldırımlar düşmeye, gök gürlemeye başlamış... Bir fırtına, bir yağmur ki, her yanı yeller üfürüyor, seller süpürüyor.
Canını zor kurtaran padişah, kendisini saraydan içeri dar atmış. Öyle kızmış ki, kendisine yanlış hava raporu veren müneccimbaşısını, sadrazamı, vezirlerini, hepsini azletmiş. Bir kısımının kellesini uçurtmuş. Sonra kendisine havanın bozulacağını söyleyen köylüyü huzuruna çağırtmış. Katır kuyruğunda sürüklenmekten bitkin, titreyen köylüye, sadrazamlık mührünü verip,
- Seni sadrazam yaptım... demiş. Bir zaman köylü sadrazamlık yaptıktan sonra, bigün padişahın aklı başına gelmiş, sadrazam köylüyü huzuruna tekrar çağırıp,
- Sen yağmur yağacağını nerden bildin?.. diye sormuş. Köylü de şu karşılığı vermiş:
- Efendimiz, eşeğimin kulaklarına bakınca kulunuz havanın nasıl olacağını anlarım. Eğer yağmur yağacaksa, daha önceden eşeğimin kulakları sarkar, düşer. Ben de o gün yağmur yağacağını anlarım.
Padişah o zaman kendi kendine,
- Ne gaflet... "diye söylenmiş. Demek havayı bilen köylü değil eşekmiş. Şu kadar sadrazamı, veziri vüzerası bir eşeğin bildiğini bilmiyorlar. Ben de zavallı eşeğin hakkını yedim. Meğer köylüyü değil, eşeği sadrazam yapmalıymışım.
Hemen köylüyü azledip, yerine eşeği sadrazam yapmış. Hava iyi olacaksa eşek tatlı tatlı anırırmış. Yağmurlu olacaksa kulakları düşermiş. Fırtına olacaksa kuyruğunu sallarmış.
Padişah, savaş ilan edeceği, sefere, seyahate çıkacağı, ava gideceği zamanlar sadrazam eşeğin kulağına, kuyruğuna bakar, anırtısını dinlermiş. Eşeğin anırtısından dışarı çıkmazmış.
|