“Ne kadar seviyorsun beni?” demişti. Kollarımı açsam bir çocuk gibi “Bu kaaadaaaar çoooook” desem, az gelirdi çocuk değildim. Ve göğü kollarıma sığdıramazdım dedim ki, “Farz et ben bir kuş, seni sevmek gökyüzü…”
Uzun soluklu bir hastane süreci ve finalde birkaç ameliyattan sonra nefes almak, uzaklaşmak iyi gelecekti. Akşam vakti gün kavuşmaya yakın varmıştık kalacağımız yere. Hemen valizlerden kurtulup sahile attık kendimizi. Gece olmuş, karanlık çökmüştü. Geçen güzel günün sarhoşluğuna ilave içilen birkaç kadehin de etkisi vardı üstümüzde. Kendimizi böylesine hoş hissetmemize sebep olan belki ortam belki deniz belki de yanımızdakilerdi bilemezdik.
Dolunay nasılda kocaman olmuş, parlıyordu denizin ortasında. Dolunaya eşlek eden yıldızlar sanki dans ediyordu. Ateşin kenarında kumlara uzanmış, sırtımı yaslamıştım “O”na. Arada yükselen dalgalar ayağımı ıslatıyor, serinletiyordu bizi. Uzaklarda çalan değişik birkaç ezgi, silikte olsa kulağımıza geliyordu. Sıradaki şarkıyı birbirimize armağan ediyor, gelen sözlerin saçmalığına gülüşüyorduk. Arada sıcak basınca, karanlığa aldırmayıp denize dalıp çıkıyor, kaldığımız yerden devam ediyorduk sohbete.
Bir ara uzun uzun dolunaya bakıp, “işte tam şu uç kısıma bir kebapçı açarız ne dersin Ay’a taşınalım mı?” demiştim. Hatırlar mısın? “ Seninle olsun da cehenneminin dibi bile olsa cennetten bir parça gibi gelir bana” diyen o titrek sesin geldi kulağıma. Ne hayallerimiz vardı? Ay’a yerleşip kebapçı açacaktık. Hatta uzaylı konuklarımız daimi müşterilerimiz olacaktı. Hatta iyice kaynaşmak için uzaylı bir gelin alacaktık. Yeşil antenleri olan torunlarımızı severken bile ellerim, senin ellerinde olacak demiştin. Şimdi düşünüyorum da o anki güzelliklerin nedeni, hava deniz falan değildi. Aşktı, sendin. Sen aşktın…
Ömrümün sonuna kadar ellerini hiç bırakmayacağım diye edilen sevda yeminleri, ömrüm senin dedirtebiliyordu. Garip ama karşı konulamaz bir heyecandı yaşanan. Gözlerinin içine bakıp kaybolmak gibisi yoktu. Saatlerce sessiz sessiz oturup denizi dalgaların kıyıya vuruşunu seyretmek gibisi yoktu. Vakit hızla geçip sabah olmuştu. Güneş yüzünü gösterirken uzak kıyılarda hava hafifçe aydınlanmıştı. Sabah yürüyüşleri iyi geliyordu. Kumlara isimleri kazımakta adettendir ya hani. İhmal etmemiştik bizde kocaman bir kalp çizip içine adımızı yazmıştık. Bir ara yürümeye ara verdi durdu. “sensiz doğan güneşin anlımı yok. Her gün güneş üzerimize birlikte doğsun.” dedi. Orada o anda kaybolmak istedim güneş vurduğunda renk değiştiren gözlerinin içinde. Seni sevmek, derin bir nefes almak gibiydi. Nefes sendin. Sen nefesimdin…
Oysa kalabalık bir insanım tek başıma şimdi. Öyle boş bir sevgi sundun ki bana, kendi sevgimin içinde yine kendi içime düşmeyi öğrendim. Kalabalıkta bir insan kimsesiz kalabiliyormuş. Hatta yalnızken bile kalabalık olabiliyormuş. İşte tam da bunlar, benden giderken bana getirdiklerin. Şimdi giderken aramıza yalnızlığı soktun. Oysa yapmamalıydın bunu. En azından birkaç sözünü tutmalıydın.
Kimbilir yarama sen basmasaydım, daha az kanardı kalbim belki. Ya da adını AŞK koymasaydım daha az kanardım yalanlarına. Bak gördün mü sevgilim? Senin için biriktirdiğim belkiler, nefes diye sensizlik solutuyor bana. En olmadık yerde nefes nefese kalışım bundan. Evet, en olması gereken yerde, yanımda olmadığın için nefessiz kalışım da bundan. Şimdilerde şiir kokusu var içimde biliyor musun? Ve kaç mısrayı öldürdüm dizelerimde. Papatyalar darmadağın, yorgun, ıslak bir yağmur gibi çürüyor ellerimde. Gitme üşüyorum… |